top of page

Şehzade Camii


Vezneciler durağında inip soluklanmak için şehzade camiinden aşağı doğru yürüdüm bir cafede dinlenip bir şeyler yemek için. İndim… indim… arapça yazılar, oteller, kahvehaneye dönmüş erkek dolu cafeler. Epey yol indim ve yol boyunca tek bir kadına rastlamadım. Ben ki umursamaz, rahat bir insanım fakat içlerinden birinde oturma güveni hissedemedim. Aksaray’da yokuşun aşağısında Mado yu görünce sevinçle içeri girip direk tuvalete çıkıp bir posta ağladım.



Mimar Sinan’ın ölçüp biçerek İstanbul’un en güvenli yerlerine inşaa ettiği bu yerler, Türklüğün kalbi, başka alfabelerde resmedilmiş, paranın, on parayla takas edilerek peşkeş çekilişine tanıklık ederek bana pahalıya patlayan salatam ve limonatam eşliğinde garsonlarla dertleştim. Tuzla’nın hala yerli oluşuna , orada yaşama şansıma minnet duydum. Çocuklarımı burada gezmeye nasıl yollardım bir başlarına?



Midemi bir güzel doldurduktan sonra haydi yokuş yukarı!

Camiden girer girmez bir hüzün kapladı içimi. Şehzade Mehmet adına yapılmış bu eser, 22 yaşında ölen Kanuni Sultan Süleyman’nın oğlu Mehmet için, Mimar Sinan’nın çıraklık eserim diye adlandırdığı yapıdır.



Bu erken ölüm belki de psikolojik olarak beni manipüle etmiştir. Yine girer girmez esen o rüzgar…

Dışarıdaki o keşmekeşin içinde bir adımla bütün atmosferin değiştiği hüzünlü, huzurlu, sakin bir yer.



Soldan devam edince, bahçesindeki güzel çimenlerde insanlar piknik yapıyordu. Kimileri kuyruk olmuş gezi rehberini bekliyor, kimileri de abdestlerini almış , banklarda namaz vaktini bekliyordu.



Taşları takip ederken önüme ahşap bir kapı çıktı. İçerisi görünmüyor.

Kapıda ‘Suffa Vakfı’ yazısını görünce daha da meraklandım ve daldım içeri.



Sanki başka bir boyuta adımladım.



Dikdörtgen yapılmış ortası gökyüzüne açık, zemin bariz derecede ortaya eğimli, tam ortada yuvarlak taştan bir çeşme. Etrafında minik oturaklar. Dikdörtgen yapının içeri kısımlarında dizi dizi devam eden kapılar.



Daha da bir sessiz .

Burada hüzün yok.

Ferahlık var.

Resmen çarpıldım.



‘Burası ne kadar güzel’ diye şakıdım.

Uzakta ahşap bir masada oturan yaşlı, elinde bastonuyla bana el eden beyfendiyi son anda farkettim. Gittim.



-Ne demiş üstad; güzel bakan güzel görür. Sen de güzel bakıyorsun ki öyle gördün dedi.



-Mimar Sinan da demiş ki; “Dünya su gibi aksın.”İşte burası orası dedim.



Aşık atışmamız bitince beni buyur etti ve çay ve kuru üzüm ikram ettiler.



Röportaj gibi uzun uzun soru cevaplı bir sohbet yaptık. Kısaca;



*Suffa Vakfının yönetim yeri olarak burayı kullanıyorlarmış.

*Vakıf öğrencilere eğitim, burs, kalacak yer, yiyecek ve giyecek de sağlıyormuş. İster okul gibi geliyorlar, yetimlere de sahip çıkıp yetiştiriyorlarmış.

*Camiinin bu bölümü ilk yapıldığı zaman da medrese eğitimi gibi kullanılmış. Daha sonra köpek barınağı, restoran, düğün ve nişan organizasyonları gibi çeşitli şekillerde kullanılmış.

*Buranın komple altında boş bir alan varmış. Koca “Sinan demiş ki yer hava almalı.”

*Dikdörtgen yapı boyunca sık aralıklar görünen huniler yağmur suyunu komple bu orta alana biriktirirlermiş.

*Evet, hiç bir zaman dolup taşmazmış

*Alta öyle bir sistem kurmuş ki, düz bir taş mermer gibi. Üzerinde dev yuvarlak taş. Pürüzsüz elma gibi soyulmuş. Nasıl yapmış bilmiyoruz? İşte onu düz taşa oturtmuş filtre görevi görüyorlar. Kirli su kanalizasyona gidiyor diyor.



Şefik bey anlattıkça ben dinledim. Ben söyledim o dinledi. Sohbet yine insanlığa, iyiliğe, faydalı olmaya geldi. Bir gün önce tanıştığım Agop beyin tecrübeleri ile nasıl da aynıydı.



-Dün biriyle tanıştım Süleymaniye’ye giderken. Sizinle neredeyse aynı öğretileri kendine idol almıştı. Fakat o Ermeniydi. Mezhepleriniz farklı ama hayata bakışınız aynı dedim. Karakter özden gelir dinden değil.



Huşu içindeki , gülen yüzüyle ağır ağır kafasını salladı. Bir yandan tatlı tatlı rüzgar tüm vücudumuzu sarıyor. Ortam o kafar şahane ki kalkıp gidemiyorum. Bana 5 adet kitap hediye etti. Beni Mimar sandı hahahha.

Meraklı ve okuyan biriyim sadece dedim.

Yazı için iznimi aldım ama fotoğraf vermedi :)



Koyu bir şekilde din adamı olmasına rağmen, kolumda dövmem, tırnaklarımda oje, kırmızı rujum ve açık omuzlarımla bir an bile eğreti hissettirmedi bana kendimi. Sevgiyle , huşu içinde anlattı bana buranın hikayesini. İnancına göre mahrem olmasam belki saçlarımı okşar, kucaklaşırdık dede ile torun gibi. Rumi geldi aklıma, Şems geldi. Ayırmayan, karışmayan… iki çift sohbet ile ikimizde günümüze gökkuşağından birer renk aldık. Diksiyonu öyle düzgündü ki eğitimini merak ettim.



Hiç okula gitmedim dedi. Doluca gülerek. Fakat, binlerce sayfa kitap okumuştu. Okuyan insan hep mi böyle belli olurdu?



Comments


bottom of page