top of page

Tuzla'dan Şeb-î Arus’a Yolculuk...

Şeb-î Arus

Mevlana'nın ölüm günü kutlaması.

Yaratıcı ile vuslatı. Yani kavuşması. Düğün gecesi... Beden esâretinden kurtuluş, dünya zindanından ayrılış… Üstad böyle istemiş, bize de onu böyle anmak düşer.





Her yıl kutlanan bugünü haberlerde gördüğüm kadar biliyordum. Bir rüya gördüm. Akabinde sema edenleri izlemek, ilahi bir mesaj ya da unutulmaz bir an bulurum umudu ile düştüm yollara. İstanbul'dan kalkan trene bindim bir elimde Mesnevi bir elimde tesbihle.

Tesbih dediysem hiç haz etmem. Takip edenler bilir Bozcaada gezisinde taşlar beni kendine çekmişti.

KaplanGözü. Elimde tutmak, sayı saymak, bazen de mutluluk, sağlık, güzellik diye taşları yuvarlamak hoşuma gider oldu fakat bir tek Mesnevi okurken.


Trenin Konya'ya geldiğini;  yollarda, köprü altlarında gördüğüm amblemden anladım. Büyük bir şaşkınlıkla. Tesbihimin başında da aynı amblem vardı. Kartal sembolü.

Selçuklu. Güç. Doğu ve Batı temsili. Teklik. Ebedi varoluş. Daha nice asırlık manâlar...


Turist akını olan bu dönemde bir Sufi'nin telefonuna ulaşarak kendime dergâhta yer ayarladım.

Nasıl bir yer hiç bir fikrim yoktu. Sufi'yi arayıp beş yüz tane soru sordum. Dinledi. Şöyle cevap verdi:


"Yahu teslim ol gel"


Sıfır öngörü ile girdiğim bir ara sokağın eskiden kalma demir kapısından böyle girdim içeri.

Üç Tunus'lu  kadın mutfakta kahvaltı ediyordu.

Ayakta bir adam onlarla muhteşem Fransızca konuşuyordu. Beni görünce


-Huuuu diye bağırarak elimden tuttu ve derviş selamını öğretti.


Dalga geçiyor sansam da ,

"Hu"

O.

Demekmiş

Yaratıcıya sesleniş.

Bizim Sufi meğer bir sürü dil bilen, Fransız Dili ve Edebiyatı okumuş, tasavvufu yalayıp yutmuş, eğitim bile veriyormuş. Gelen misafirler sema etmeyi öğrenip akşamları kalkıp gönüllerince dönüyorlar. Dönmek denmesinden nefret ederler. Anlayın diye...


Bugün çık tek başına gez dedi bana. Gör. Anla. Fikir edin. Enerjileri yokla.


???

Peki.


Şems-i Tebrizi adını Tebriz'den alır. Bir şehir. Tebrizli Şems gibi. Beni hem korkutur hem kendine hayran bırakır her zaman.

Mevlana'ya sema etmeyi o öğretmiştir.

Ben de hep şöyle düşünürüm;

Bir gün gideceğini, daha sonra tamamen ayrı düşeceklerini biliyordu. Ve ona baş etme şekli öğretti.

Alev alev yanacağını, ruhunun yarısını yitirip nasıl kahrolacağını görüyordu. Ardında ona aşk ile baş etmeyi öğretmeyi bıraktı resmen.

Dans ediyor, çalgı çalıyor zındık dediler Rumi'ye.

Aldırmadı.


Eğdi başını 20-25 derece sola, aynı dünyanın açısı gibi. Bir elini göğe kaldırdı diğerini toprağa. Baktı hep baş parmağına...

İç kulaktaki etkiler nötralize oldu. Bu yüzden dönmüyordu başı.

Aralarındaki o benzersiz ruhdaşlık...

Aşk ile edilen o dostluk.

İkisinin bir olması. Teklik.

Ancak böyle bir yakarış yakışırdı öyle değil mi?

Benzersiz.


Ya siz acılarınızla nasıl başa çıkıyorsunuz?


İkisi de ruhunu anlayacak bir yoldaş arıyordu.

Bir yerlerde onu bekliyordu. Ne zaman bulacaklardı?

Buldukların da ise, kalabalığın içinde yaşandı bu karşılaşma. Kimse anlam veremedi.

Günlerce odaya kapandılar…

Kah sustular kah konuştular…

Bu karşılaşmayı , öncesi ve sonrasını, en güzel Elif Şafak - Aşk adlı kitabında anlatıyor.

Yazarsam bitmez…


Rumi önünde eğildi dostunun.

Daha önce bir papazın, bir hintlinin ve buna benzer pek çok farklı insanın önünde de eğilmişti.

Halk yakıştıramazdı. Koskoca Mevlana derlerdi;


-Nasıl bir Hristiyanın önünde yerlere kapanır?


Gönlünü görürdü karşısındakinin.

Saygı genel bir olgudur çünkü.

Kişiye ve duruma göre değişmez

Bizimkiler hep saygın bir makamın kibir getirdiğine alışmışlar tabii.

İster İsa aşkı olsun, ister insan , ister memleket sevdası. Sevgiye eğilirdi yüzü bilmezlerdi…

Fakat bugün dünyanın dört bir yanından gelen bu insanlar bunu biliyor artık.

Agnostiği de (neye inanacağını bilmeyen), Almanı da, Hintlisi de, Hristiyanı da, Müslümanı da. Tasavvuf bir öğretidir çünkü. Kainattan bahseder, aşktan, teklikten, yaratılışın ahengini anlar.

Dünyanın en büyük canlısı yer altına hektarlarca kök salmış bir mantar.

Peki ağaçların yaşamının insanlara benzemesi?

Mağara adamı olarak bildiğimiz atalarımızın güncel keşiflerde ortaya çıkan bulgularla kadim uygarlıklarımızın bizden bile daha zeki oldukları gerçeği?

Öğretilenleri, dayatılanları, gözlemleri bir kenara bırakırsak zaten temel sorgulamalarımız ortaya çıkıyor.

Astronominin önemi kadar benim yaydığım enerji de önemli. Bağlıyız. Köklerden. Evrenseliz. Biriz. Bütünüz.


Bu derme çatma çatının altında girişte sigara içerken daha iyi anladım bunu.

Kapı durmadan çalıyordu.

Paris’ten, New York’tan, USA’dan, İngiltere’den daha nicesi içeri girdikçe yüzümde aptal bir sırıtışla buldum kendimi.

Yatacak dört oda var bu yüz kişi de kim yahu??

Çünkü şöyle demişti Rumi;


Gel. Ne olursan ol gel.

İster ateşe tap, ister puta.

Yüz kez bozmuş olsan da tövbeni yine gel.


Bu çağrıya kim kayıtsız kalabilir??



Meğer hepsi otelde kalıyor, birlik için buraya geliyorlarmış.

Aç mısın?

Ocakta her gün bir şeyler kaynıyor.

Çay hep var.


Çay önemli hahaha.


İki günde körelmiş ingilizcem depar attı.

İki gün kem küm konuştuğum biri, günün sonunda Adanalı çıktı. Yahu söylesene!


Hep gözlem yaptım.

Çünkü ne yapacağımı bilemedim.

Kendimi prangasız, fikri hür, yarını bağımsız zannederdim.

Öyle yanılmışım ki.

Saldığım kökler, çocuklarımın verdiği sorumluluk, aile olmanın getirdiği toplumsal baskılar ben de gani gani varmış meğer.

Onların dünü yok yarını da önemli değil halleri,

akışa girebilmiş olmaları, gözlerini uzun uzun kapatıp gönül gözlerini açabilmeleri, ortak bir dilde aynı cümleyi söylerek zikire girmeleri…

Hiçbirini yapamadım.

Kendimle yüzleştim sadece.

Ne aradığımı bilmeden geldim ama kendimi buldum yine.

Başka nerede bir çatı altında bunca insanla bir araya gelebilirdim ki?

Baktım… baktım… okudum… anladım… yine baktım.

Dünyalı kör gözlerimle ne kadar görebildiysem o kadar gördüm işte.


Mevlana’nın sözleri gibi;

Gözümle baktım onları gördüm,

Gönlümle baktım kendimi gördüm.


En çok da İranlı vardı. Herkes birbirinin gözlerinin içine içine sevgi ve güvenle baktı.


Şems ne demiş?

Güzel bir şey yap.

Yapamıyor musun? O halde güzel bir şey söyle

Zor mu? O zaman güzel bir şey düşün.


Kimisi şarkı söyledi,

Kimisi mesneviden bir bölüm okudu,

Kimisi ağıt yaktı…

Kimisi yanındakine sarıldı.

Arka fonda İranlı’lar enstrüman çaldılar tatlı tatlı ezgilerle.


Çıktım.

Mevlana Kültür Merkezi’ne doğru yola koyuldum.


Semazenler üzerlerine siyah bir cüppe giyerler nefislerini temsili. Sema’dan önce çıkarır atarlar öğrenerek hak kazandıkları beyaz postun üzerine. Saflığı ve kefeni temsili, tennureleri ile yavaş yavaş sema etmeye başlarlar. Başlarında mezar taşları misali Sikke’leri ile.


Ahmet Özhan konserinden sonra çoğalarak başladılar sema etmeye. Ağır yürüyüşleri, huşu içinde oluşları, uyum ve ahenkleri… muntazamdı.

Sikkeleri de dövme keçeden yapılır ki sema ettikçe ürettikleri statik elektriği geçirmesin.


Başında uyardılar bizi. Sonuna kadar kalkmayın. Mekan çok büyük gösterinin ambiyansı bozulmasın.

Bizimkiler durur mu?

Son selamda daha Çelebi yürürken bir hareketlilik. Mekanı boşaltma…

Ben son semazenin selamına kadar gururla ve büyülenerek bekledim.

Etrafıma baktığımda birbirimizden bağımsız geldiğim dergahtakilerin çoğu orada. Benim gibi saygıyla, ilgiyle sonuna kadar beklediler.


Şems’in mezarına gittim zaten sembolik olduğunu düşünüyorum orada yattığına dair herhangi bir işaret yok, içeride enerji de yok.


Şehitlik, panoroma müzesi, kültür merkezi, etli ekmek, bamya çorba, tirit kebabı(hepsi de enfesti) ,Sille Rum köyü, Kilise,Kelebekler Vadisi derken (iki günün toplamı) gece yarısı olmuş hala sokakta yürüyordum.

Garip bir sessizlik içinde.

Buldum oniii.

Sokak hayvanı yok! Hiç yok!

Topluyorlar belli ki.


Tekrar gittim dergaha. Bizimkiler ağıt gibi söylüyor…

Öyle yorulmuşum ki biraz birlik oldum,  100 kişinin yanı başında odama çekilip derme çatma kilidimi kapatıp uykuya daldım.


Sufi’nin rehberlik ettiği Balıkesir’den gelen bir otobüs kadın ile tura katıldım. Daha doğrusu kendimi zorla dahil ettim hahaha


Epey sohbet etme fırsatı buldum Sufi ile. Konuştuk, sordum, sordum, sordum…


Sen; dedi. Direkt yukarıya bağlısın. Aracı yok.

Elbette dedim be hey breee hahahaha

Derviş mi olmaya geldin? diye sordu

-Yok yahu yanından bile geçemem…



Mevlana’nın babası büyük bir alimdi.

Kendi gibi o da herkes tarafından saygı görür, bilinirdi. Bir gün öldü. Müritleri dedi ki babana bir türbe yapalım.


Olmaz dedi. Gök kubbeden güzel türbe mi olur?


Bir gün Rumi öldü ve dergahını türbeye çevirdiler. Onun olduğu kısım 16 dilimlik külah şeklinde şehrin göbeğinde turkuaz renkte parlıyor.

Babasını da yanına taşımışlar.

Gökkubbe isteğine saygı duyulmamış.

Bu duruma çok içerledim.

İnsanlar sırf kendi ziyaret edebilsin , gereğince anmak için türbe yapmışlar.

Harika mimari,

Daha da büyütülen alanlar,

Nakış gibi işlemeler.

Peki o bunu istedi mi?

Kıymet verir miydi?

Adam eski püskü kaftanlarla gezmiş sadelikten ölüyormuş. Her şey önüne serilirdi fakirlikten değil yani.


Ben daha on sayfa yazarım da çok vaktinizi aldım. Rüyalarımda ve Konya sokaklarında gezerken sürekli -3- rakamı çıktı karşıma. İçimdeki Hasret’ler olarak yorumlasam da akibetini henüz tam çözemedim.


Kur-an “oku” diye başlar.

Mevlana’nın Mesnevi eseri ise “ Dinle” ile başlar.

Sanki Ney dile gelmiş gibi şiir yazmıştır adeta.

Ney’in ağzından cümleler ile başlar koca kitap.

Ney insan sesine en yakın enstrümandır.

Sahibinin sesini alır. Sır’lıdır derler. Sır hikayesi ise ayrı bir konu.

Olgunlanmış, zorluklardan geçmiş insan sembolüdür.

Ana rahminden ölümüne kadar insan hayatına benzetilir.




Mevlana’yı Mevlana yapan Şems’tir.

Onun ardından yazdığı dizeler ise bunu kanıtlar niteliktedir. Siz hiç böyle aşk gördünüz mü? Meşk ettiniz mi? Dost buldunuz mu?


ETME

Duydum ki bizi bırakmaya azmediyorsun, etme.Başka bir yar, başka bir dosta meylediyorsun, etme.

Sen yadeller dünyasında ne arıyorsun yabancı?Hangi hasta gönüllüyü kastediyorsun, etme.

Çalma bizi, bizden bizi, gitme o ellere doğru.Çalınmış başkalarına nazar ediyorsun, etme.

Ey ay, felek harab olmuş, altüst olmuş senin için...Bizi öyle harab, öyle altüst ediyorsun, etme.

Ey, makamı var ve yokun üzerinde olan kişi,Sen varlık sahasını öyle terk ediyorsun, etme.

Sen yüz çevirecek olsan, ay kapkara olur gamdan.Ayın da evini yıkmayı kastediyorsun, etme.

Bizim dudağımız kurur sen kuruyacak olsan.Gözlerimizi öyle yaş dolu ediyorsun, etme.

Aşıklarla başa çıkacak gücün yoksa eğer;Aşka öyleyse ne diye hayret ediyorsun, etme.

Ey, cennetin cehennemin elinde oldugu kişi,Bize cenneti öyle cehennem ediyorsun, etme.

Şekerliğinin içinde zehir zarar vermez bize,O zehiri o şekerle sen bir ediyorsun, etme.

Bizi sevindiriyorsun, huzurumuz kaçar öyle.Huzurumu bozuyorsun, sen mahvediyorsun, etme.

Harama bulaşan gözüm, güzelliğinin hırsızı.Ey hırsızlığa da değen hırsızlık ediyorsun, etme.

İsyan et ey arkadaşım, söz söyleyecek an değil.Aşkın baygınlığıyla ne meşk ediyorsun, etme.


    -Mevlâna Celaleddin Rumi


Not: Ahalinin baskıları, kıskançlığı, çocuklarının huzursuzluğu vs. umurlarında bile değildi.

Olmadık dedikodulara bile maruz kaldılar aralarında muhabbetten. Özellikle Mevlana’nın umurunda değildi. Fakat Şems ona kıyamadı.

“Ben karayım o beyaz” der.

“O bir nur parçası ben ise kötü olan… “

Bir gün habersiz çekip gider ardından bu muhteşem dizeler dökülür Mevlana’dan.

Şems; Güneş demektir. Adının manasıyla dizelere ekler.


Buraya kadar okuduğunuz için teşekkür ederim.

Anlatmak istediklerimin çeyreği olamaz bu yazı.

Biraz olsun ilginizi çektiyse Elif Şafak-AŞK okuyun yine üzerine konuşuruz.


İnstagramdan kitap önerilerime ulaşabilirsiniz.



Şeb-i Arus Albümüyle devam edebilirsiniz...





























Comments


bottom of page